Birleşik Alanları açıklamak için
ortaya atılan ve Süpersicim
(iplikçik) teorisi olarak isimlendirilen teoriye göre ise; doğada
görülen ataomaltı parçacıkları,tıpkı bir keman telinin farklı
şekillerde titreşip,farklı müzikal notalar çıkartması gibi,farklı
rezonansta titreşen 10 üssü(-33) cm uzunluğunda(ya da
çapında)süper-sicimlerden oluştuğunu öngörür. Öyle ki, yüklü
parçacıklar arasındaki kuvvetler,bu sicimlerin armonileri ,evren ise
bu titreşen sicimler,yaylı sazlar senfonisidir. Böylece,bir
foton,bir kuark,ya da elektron gibi parçacıklar, hiçbiri diğerinden
farklı olmayan ayrı titreşimlerde salınan sicimlerden ibaret
olmaktadır.
Bu teoriyi daha iyi anlamak için, öncelikle temel nesnelerin uzayda
tek bir noktayı kapsayan parçacıklar yerine sonsuz incelikte bir yay
gibi uzunluktan başka boyut olmayan şeyler olarak düşünmemiz
gerekir. Öyle ki, bu yaylar (sicimler) hem uzay zamanda her noktası
ışık hızıyla hareket eden hem de uçları sonsuz uzunlukta olabilen
bir eğriliği göstererek (uçları açık olan) “açık yaylar” ismiyle
adlandırılırlar. Ya da uçların birleşmesiyle bir halka gibi kapanan
“kapalı yaylar”olarak iki farklı şekildedir. Her iki halde de
sicimin uzayda hareketi,uzay zamana gömülmüş iki boyutlu zamansal
bir yüzey tanımlar.
Ayrı bir deyişle, daha önce klasik
kuantum teorisindeki bir parçacığın uzayda her an tek bir noktayı
kapsayarak geçmişi uzay zamanda “evren çizgisi “denilen bir çizgi
ile gösterilebilmesine karşın,açık yay kuramında bu zamanın her
an’ında uzayda bir çizgiyi kapsadığından,uzaydaki geçmişleri de
“evren yüzeyi” denilen iki boyutlu bir yüzeyi oluşturacaktır. Eğer
buna zumlama yapabilseydik,kenarları yayın uçlarının uzay zaman
içindeki yolunu çizen bir şerit gibi evren yüzeyinin kuantların yan
yana gelmesiyle ortaya çıkan, bir kenar uzunluğu 10üssü(-33) cm.lik
kareciklerden oluşan bir zar tabakası gibi olduğunu görürdük (açık
yay için).
Kapalı bir yayın
evren yüzeyi ise,bir silindir ya da borudur. Borunun kesiti, yayın
belli bir andaki konumunu gösteren bir daire olur. Açık yaylar
yalnızca uç uca eklenerek, yani iki yay parçası birleşerek tek bir
yay oluşturabilmesine karşın, kapalı yaylarda bu bir pantalonun
bacaklarının birleşmesine benzemektedir. Birleşebildikleri gibi aynı
şekilde de iki yay parçasına bölünebilirler.
Parçacık olarak
düşündüğümüz şeylerin aslında iplikçik şeklinde titreşen ya da
osilasyon hareketi yapan yapılar olduğunu söyleyen Scherk bunu şöyle
ifade etmektedir: “Havada uçurttuğumuz bir uçurtmanın rüzgârla
birlikte alçalıp yükselmesinin,uçurtma ipinin üzerinde yarattığı
şiddet dalgalarının hareketi gibi sicimler de bu dalgaların işlevini
görürler. Uçurtma, maddi parçacığı göstermekle birlikte,ipi
uçurtmasız düşünürseniz,taneciğin aslında bu sicimlerin titreşimleri
olduğunu görürsünüz.”
Bu kavramda bir
parçacığın öbürü tarafından soğrulması ya da yayınlanması, sırasıyla
yayların birleşmesi ve bölünmesine karşılık gelir. Buna örnek
olarak, güneşin dünya üzerindeki kütlesel çekiminin tanecik
kuramlarında olduğu gibi bir gravitasyonun,güneşteki bir parçacık
tarafından soğrulmasını verebiliriz.
Aynı süreci sicim
teorisinde H biçiminde bir boru şekline (açık yay kuramında ise bu H
biçiminde iki boyutlu uzaydaki şeritlere) karşılık gelir. H’ nin iki
kolu güneş ve dünyadaki parçacıklara ,yatay parçası ise (ikisini
birleştiren orta hatta) ikisi arasında yol alan gravitona karşılık
gelmektedir.
Nötron ve proton gibi parçacıklar yay üzerindeki dalgalar olarak
görülebileceği gibi ,parçacıklar arasındaki kuvvetler de aynı
biçimde görülebilir. Bu yüzden güçlü nükleer kuvveti tıpkı bir
örümcek ağındakine benzer şekilde,diğer yay parçaları arasındaki
yaylar gibi düşünebiliriz. Bu durum için kuramın, yayların her
birinin 10 tonluk gerilime dayanan lastik şeritler olmasını gerekli
kılarken,gravitasyonel kuvvetler için bu 10 üssü(39) tonluk basınca
dayanmasını öngörmektedir.
Bu teorinin ortaya
koyduğu ayrı bir öngörü de ,evrenin bilinen yapısının dört boyutlu
olmayıp büyük patlama sırasında yedi boyutun kıvrılarak planck
uzunluğu içinde (dairesel, soyut çapa, başka bir deyişle hibert
uzayına) sığışıp,bildiğimiz dört boyutun ise planck uzayı üstünde
bilinen maddi,somut uzay-zaman şeklinde açığa çıkmış toplam on bir
boyutlu olmasıdır. Fakat bu boyutları fark edemeyiz. Nedeni de
sadece gördüğümüz uzay zamanın büyük ölçüde düz olduğu, tek bir
zaman ile üç uzay boyutu şeklinde var olmasıdır. Tıpkı bir tahta
yüzeyine yakından baktığımız taktirde pütürlü ve karışık, fakat
uzaktan baktığımızda bize düzgün görünmesi gibi.
Bu konuda Frenk Close
“Bizim bildiğimiz evren,bu sicimlerin yalnızca küçük bir parçasından
oluşmuştur. Bizimkiyle aynı yerde bulunan daha ayrı bir evren,süper
sicimlerden daha ağır bölümlerinden yapılmış olabilir. Sicimlerin
diğer bölümlerinde ,belki de başka evrenler veya başka boyutlar
vardır.”
Fermion ve bozonların birbirlerine dönüşebilmesi olan süper
simetriyi ve dolayısıyla çekim kuvvetini kapsayarak normal
uzunluklarda genel göreceliğin öngörüleriyle aynılaşmasını,
uyuşmasını (ki bu planck mesafesinde farklı olacaktır) gösterse de
bir teoriden çok, önseziye dayanan modelden öteye gidememektedir.
Örneğin, bir karadeliğin hayatına astronomik bir karadelik olarak
başlamış olmasını ve ömrünü patlayarak bitirmesini açıklayamadığı
gibi, karadelikler hakkında da net bir şey söyleyememektedir.
Bununla birlikte sicim teorisinin üstesinden gelinemeyecek
matematiksel güçlüklere sahip olması ve yakın zamanda da
çözülebileceği gibi bir görüşe açık olmaması, birleşik alanlar
teorisini tam açıklayabilecek nitelikte olmadığını bize
göstermektedir. Aynı görüşe katılan ünlü fizikçi Hawking de Her
şeyin Teorisine en büyük destek veren kuramın kurtdelikleri ve buna
dayalı teoriler olduğunu düşünmektedir.
Birleşik Alanları
açıklamak için ortaya atılan bir diğer görüş de,Abhay Ashtekar
tarafından uzay-zamanın temel öğelerinin noktalar yerine
birbirlerine düğümlerle tutturulmuş kapalı ilmikler olduğunu
söylediği teoridir ki bunda önemli olan şey, ilmikleri bağlayan
düğümlerin cinsi ve sayısıdır.) Düğümlerin dışında ayrı olarak uzay
ve zamanın olmadığını belirten bu teori her ne kadar sicimlere
benzese de,yaklaşımı tamamıyla ondan farklı ve matematiksel ifade
bakımından da zordur. Dolayısıyla, geçerliliği bakımından sicim ve
benzerleriyle aynı kaderi paylaşmaktadır.
Makroskobik boyutta
maddesel nesnelerin birbirlerinden ayrı ayrı varlıklar
olamayıp,çevreleriyle ayrılmaz bir ilişki içinde olduğunu gösteren
görüş mach ilkesi olarak geçer. Bu ilke maddesel bir nesnenin
ataleti (yani nesnenin hareketlendirmeye karşı gösterdiği direnci)
maddenin sahip olduğu içsel bir nitelik değil, yalnızca maddenin
evrenin geri kalan diğer bölümleri ile girdiği etkileşmenin bir
ölçüsü olduğunu söyler. Dolayısıyla, madde evrende madde bulunduğu
sürece atalet gösterecektir. Mesela, bir cisim döndürüldüğünde onun
ataleti merkezkaç kuvvetlerinin oluşmasına neden olur ve bu
kuvvetler de ancak sabit yıldızlara izafi olarak döndürüldüğü için
meydana gelirler. Eğer bu yıldızlar birden bire ortadan
kaldırılsaydı,dönen cismin ataleti ve merkezkaç kuvvetleri de yok
olurdu.
(Dolayısıyla genel
görecelik kuramının oluşmasının en büyük nedeni olarak görülen Mach
ilkesinin,bu teori tarafından içerilmesi gerekmektedir.).Yani, bir
cismin eylemsizliği ,evrendeki bütün cisimlerin fonksiyonu olarak
belirir. Bu nedenledir ki; .belirlerken, evrendeki diğer maddeler
ile giriştikleri etkileşimleri yani Bütünün bilgisini göz önünde
bulundurmak suretiyle algılayabiliriz. Mutlak uzay ve zaman fikrinin
mevcut olmadığı görüşünü ortaya koyan bu ilke ışığında Astronom Fred
Hoyle düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: “Günümüzde kozmoloji
dalında meydana gelen gelişmeler,günlük kural ve şartların evrenin
uzak bölgeleri olmadan geçerli olamayacağını ve evrenin söz konusu
uzak bölgelerinin ortadan kalkması halinde uzay ve geometri hakkında
sahip olduğumuz bütün fikirlerin geçersiz olacağını hızla ortaya
çıkarmışlardır. Günlük tecrübelerimiz,en küçük detaylarına kadar
evrenin büyük ölçekli nitelikleri ile okadar içli dışlıdır ki,
onların ikisini birbirinden ayrı olarak düşünmek bile imkânsız bir
hale gelmiştir”
Makroskopik
uzayda,bir nesnenin kendi başına bir anlam ifade etmeyip bütünün bir
fonksiyonu olarak anlam kazanmasının mikroskobik boyutlarda da
karşılığı vardır (Kuantum Alanlar Kuramında). Buna benzer bir kavram
evreni tanımlamak için geliştirilen bir teori Geoffrey Chew
tarafından, Ayakkabı Bağı Felsefesi ya da Potin Bağları (Bootsstrop)
ismiyle ortaya atılmıştır. Evreni karşılıklı olarak
ilişkilendirilmiş bir Bütün olarak ele alan bu teori;doğanın
maddenin temel yapı taşları gibi,temel varlıklara
indirgenemeyeceğini ama bütünüyle kendi içinde tutarlılık yoluyla
anlaşılması gerektiğini belirtir.Benzer ifadeyle, maddenin temel
yapı taşlarından oluştuğu fikrini reddederek ,hiçbir temel varlığını
kabul etmez. Buna karşın evreni birbirleriyle ilişkili bir olaylar
ağı olarak görür ve sonucunda da madde ile ilgili görüşlerin
tamamen “uzay-zaman görüşü niteliğinde olup nesnelerin olaylar
olarak algılanmasıyla birlikte,bunların karşılıklı geçişlerinin uzay
ve zamanın karşılıklı olarak geçişmelerine benzer olduğunu söyler.
Öyle ki, bu olaylar ağında bölümlerin hiçbiri temel özelliklere
sahip olmayıp bunların hepsi diğerlerinin özelliklerine bağlı ve
birbirlerinin arasındaki etkileşimlerin toplamı olarak ağın bütünsel
yapısını belirlemektedir. Dolayısıyla herhangi bir bölümün yapısı,
diğer bütün bölümlerin yapıları tarafından belirlenmektedir. Bu
konuda bir mistik “Akıl (beş duyu) üstü algıdan hiçbir şey gerçekten
de sonlu değildir. Bu algı biçimi her şeyin her bir şeyden her bir
şeyin de her şeyden kaynaklandığı görüşüne dayanmaktadır” derken,Tek
bir taneciğin diğer bütün parçacıkları içermesi şeklindeki görüşünü
şair William Blake dizelerinde şöyle ifade etmektedir :
“Dünyayı görmek için bir kum tanesinde ve cenneti bir yaban
çiçeğinde yakala sonsuzluğu avucunun içinde ve bir saatin içinde
Ebediyyeti”
Bu görüşlere paralel olarak Einstein ve Carl Sagan da sırasıyla
“Eğer bir kum tanesini anlayabilseydik,tüm evreni anlamış olurduk”,
“Kainat bizim içimizde yaşıyor ve bizler kainatın eseriyiz. Bu
yüzden kendimizi tanıyarak kainatın sırlarını anlayabiliriz.”
düşüncelerini dile getirmişlerdir.
Ünlü matematikçi ve Felsefeci olan Leibniz de (onun da diğerleri
gibi doğu mistisizminden etkilendiği bilinmektedir) Chew teorisinin
temel varlıkları ya da özleri reddetmesine karşın,buna paralel bir
görüş olarak,evreni maddenin temel yapı taşlarının, uzay ve zaman
içinde yer almayan ve de sonsuz sayıda ve sonsuz küçük maddesel bir
yapıda olmayıp Ruhsal yapıdaki temel özlerden(öyle ki monadlara
herhangi bir şeyin girip çıkmadığı büyük bir uyum halinde, birlikte
hareket etmektedirler) yani Monadlardan meydana geldiğini ve her bir
Monadın da evrenin bütününü yansıtabildiğini belirterek şunları
söylemiştir: “Maddenin her bir bölümü, bitkilerle dolu bir bahçeye
ya da balıklarla dolu bir göle benzemektedir.Burada bitkinin tek bir
dalı ya da hayvanların her biri,eğer genel yaratışlarını bir kenara
itersek,adeta bir bahçe ya da bir göl gibidir”
Leibniz’in Monadlar görüşünü daha kapsamlı olarak irdeleyen ve Saf
Aklın Eleştirisi adlı eseri yazarak modern filozofların en büyüğü
olarak kabul edilmesini sağlayan İmmanuel Kant da, Leibniz’den
farklı olarak ortaya koyduğu görüşün doğu fesefesi ve modern bilimle
büyük bir uyuşum halinde olduğunu bize göstermiştir. Ona göre uzayı
tamamıyla dolduran monadların,maddenin cisimliliğini ve katı
yapısını belirleyen tüm özelliklerinin, bir kuvvet olduğunu, doğada
cisim ya da öz diye bir şey’in varlığını kabul etmeksizin,evrendeki
her şeyin sadece kuvvet (enerji) olarak mevcut olduğunu söyler. Bu
da günümüzde kuantum fiziği ve izafiyet teorisinin ortaya
koyduğu,maddenin,enerjinin bir hali,biçimi olarak birbirlerine
serbestçe dönüşebildikleri düşüncesi ile tamamıyle paralellik arz
etmektedir.
Potin bağları açısından Hadronlar göz önüne alındığında ise,Hadronlar
arası iletişimi sağlayan kuvvetlerin tanecik değiş tokuşunu sağlayan
parçacıkların yine hadronların kendisi olduğunu belirtir.(Bu kavram
aynı zamanda, şu an için türetilemeyen, fakat uç anlamda diğer
taneciklerin,çekirdeklerin,atom ve moleküllerin yani tüm sistemin de
kapsam içinde değerlendirilmesi gerekliliğini de öngörmektedir.)
Dolayısıyla, kendi
boyutlarında Hadronlar üç değişik rolde karşımıza çıkarlar. Yani
birleşik yapıya sahiptirler,ayrı bir hadronun öğesi
olabilmektedirler ve birleşik yapıyı tutan kuvvetin öğeleri
olmaktadırlar. Başka bir ifadeyle, bir tanecik diğer taneciklerin
oluşmasını sağladığı (meydana getirdiği) gibi O bütünün bir
yansıması şeklinde görünür ve aynı zamanda o bütün arasındaki
birleştirici olan kuvvet parçacığının kendisi olmaktadır. Bundan
dolayı Hadron grubunun tümü,bu şekilde ya da çizme bağlarını
kullanıp kendilerini yukarıya çekmesiyle oluşmaktadır. Yani,
karmaşık çizme bağı mekanizması,kendi kendini belirlemektedir. Bu
kendiliğinden bağlı ilmeğin,yapının,kendi kendini oluşturan tanecik
sistemini,bataklığa düşen ve kendi ayak bağlarını üstüne çekmesiyle
kendini dışarıya sürükleyen bir çocuğun hikayesine benzetilir.
Böylece,bu konu
üzerinde çalışan bilim adamları insanın,fiziki ve doğal
etkileşimlerine göre bütünüyle kendi açıklamasını da içine alan bir
Potin Bağı evrenini şuurlarında yaşayabileceklerine (yaşanacağına)
inanmaktadırlar.
Şu an için,tanecik
ailesinin çok büyük bir sistem olmasından dolayı onu daha temel alt
birimlere ayırmaya çalışmanın anlamsız olduğunu savunan Potin
bağları kuramı parçacık fiziğinde Hadronların ya da kuvvetli
etkileşim içindeki parçacıkların tanımlanmasında kullanılmasına
karşın, aynı sicimlerde olduğu gibi tam anlamıyla ortaya
konulamamıştır. Her ne kadar temelinde Holistik bir yapıyı gösterse
(ya da doğruları barındırsa) da,şuur ve madde arasındaki ilişkiyi
açıklamada David Bohm’un Hologram Teorisinin çok çok gerisindedir. O
halde,gerek sicim teorisi, gerekse potin bağlarının tamamlanmamış
olmalarının yanı sıra matematiksel zorluklarını da göz önünde
bulundurduğumuz taktirde, David Bohm’un Hologram teorisini nasıl
görmemiz gerekir sorusuna verilecek cevap,bu teorinin çok güçlü
işaretlerinin fiziğin kendisinde olduğu gibi, tıp, psikoloji,
biyoloji, sosyoloji, tarih, spor, teoloji, mistisizm ...vb)
alanlarında da (ki bunların çoğunun akademik düzeydeki profesörler
ve araştırmacılar tarafından incelenmiş olan) kanıtlarının mevcut
olmasıdır.
Alıntı: Kenan
Keskin
İstanbul - 22.02.2001
http://afyuksel.com
Hiçbir
yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca
bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden
alıntı yapılabilir.
Birleşik Alanları açıklamak için ortaya atılan ve Süpersicim (iplikçik) teorisi olarak isimlendirilen teoriye göre ise; doğada görülen ataomaltı parçacıkları,tıpkı bir keman telinin farklı şekillerde titreşip,farklı müzikal notalar çıkartması gibi,farklı rezonansta titreşen 10 üssü(-33) cm uzunluğunda(ya da çapında)süper-sicimlerden oluştuğunu öngörür. Öyle ki, yüklü parçacıklar arasındaki kuvvetler,bu sicimlerin armonileri ,evren ise bu titreşen sicimler,yaylı sazlar senfonisidir. Böylece,bir foton,bir kuark,ya da elektron gibi parçacıklar, hiçbiri diğerinden farklı olmayan ayrı titreşimlerde salınan sicimlerden ibaret olmaktadır.
Bu teoriyi daha iyi anlamak için, öncelikle temel nesnelerin uzayda tek bir noktayı kapsayan parçacıklar yerine sonsuz incelikte bir yay gibi uzunluktan başka boyut olmayan şeyler olarak düşünmemiz gerekir. Öyle ki, bu yaylar (sicimler) hem uzay zamanda her noktası ışık hızıyla hareket eden hem de uçları sonsuz uzunlukta olabilen bir eğriliği göstererek (uçları açık olan) “açık yaylar” ismiyle adlandırılırlar. Ya da uçların birleşmesiyle bir halka gibi kapanan “kapalı yaylar”olarak iki farklı şekildedir. Her iki halde de sicimin uzayda hareketi,uzay zamana gömülmüş iki boyutlu zamansal bir yüzey tanımlar.
Ayrı bir deyişle, daha önce klasik kuantum teorisindeki bir parçacığın uzayda her an tek bir noktayı kapsayarak geçmişi uzay zamanda “evren çizgisi “denilen bir çizgi ile gösterilebilmesine karşın,açık yay kuramında bu zamanın her an’ında uzayda bir çizgiyi kapsadığından,uzaydaki geçmişleri de “evren yüzeyi” denilen iki boyutlu bir yüzeyi oluşturacaktır. Eğer buna zumlama yapabilseydik,kenarları yayın uçlarının uzay zaman içindeki yolunu çizen bir şerit gibi evren yüzeyinin kuantların yan yana gelmesiyle ortaya çıkan, bir kenar uzunluğu 10üssü(-33) cm.lik kareciklerden oluşan bir zar tabakası gibi olduğunu görürdük (açık yay için).
Kapalı bir yayın evren yüzeyi ise,bir silindir ya da borudur. Borunun kesiti, yayın belli bir andaki konumunu gösteren bir daire olur. Açık yaylar yalnızca uç uca eklenerek, yani iki yay parçası birleşerek tek bir yay oluşturabilmesine karşın, kapalı yaylarda bu bir pantalonun bacaklarının birleşmesine benzemektedir. Birleşebildikleri gibi aynı şekilde de iki yay parçasına bölünebilirler.
Parçacık olarak düşündüğümüz şeylerin aslında iplikçik şeklinde titreşen ya da osilasyon hareketi yapan yapılar olduğunu söyleyen Scherk bunu şöyle ifade etmektedir: “Havada uçurttuğumuz bir uçurtmanın rüzgârla birlikte alçalıp yükselmesinin,uçurtma ipinin üzerinde yarattığı şiddet dalgalarının hareketi gibi sicimler de bu dalgaların işlevini görürler. Uçurtma, maddi parçacığı göstermekle birlikte,ipi uçurtmasız düşünürseniz,taneciğin aslında bu sicimlerin titreşimleri olduğunu görürsünüz.”
Bu kavramda bir parçacığın öbürü tarafından soğrulması ya da yayınlanması, sırasıyla yayların birleşmesi ve bölünmesine karşılık gelir. Buna örnek olarak, güneşin dünya üzerindeki kütlesel çekiminin tanecik kuramlarında olduğu gibi bir gravitasyonun,güneşteki bir parçacık tarafından soğrulmasını verebiliriz.
Aynı süreci sicim teorisinde H biçiminde bir boru şekline (açık yay kuramında ise bu H biçiminde iki boyutlu uzaydaki şeritlere) karşılık gelir. H’ nin iki kolu güneş ve dünyadaki parçacıklara ,yatay parçası ise (ikisini birleştiren orta hatta) ikisi arasında yol alan gravitona karşılık gelmektedir.
Nötron ve proton gibi parçacıklar yay üzerindeki dalgalar olarak görülebileceği gibi ,parçacıklar arasındaki kuvvetler de aynı biçimde görülebilir. Bu yüzden güçlü nükleer kuvveti tıpkı bir örümcek ağındakine benzer şekilde,diğer yay parçaları arasındaki yaylar gibi düşünebiliriz. Bu durum için kuramın, yayların her birinin 10 tonluk gerilime dayanan lastik şeritler olmasını gerekli kılarken,gravitasyonel kuvvetler için bu 10 üssü(39) tonluk basınca dayanmasını öngörmektedir.
Bu teorinin ortaya koyduğu ayrı bir öngörü de ,evrenin bilinen yapısının dört boyutlu olmayıp büyük patlama sırasında yedi boyutun kıvrılarak planck uzunluğu içinde (dairesel, soyut çapa, başka bir deyişle hibert uzayına) sığışıp,bildiğimiz dört boyutun ise planck uzayı üstünde bilinen maddi,somut uzay-zaman şeklinde açığa çıkmış toplam on bir boyutlu olmasıdır. Fakat bu boyutları fark edemeyiz. Nedeni de sadece gördüğümüz uzay zamanın büyük ölçüde düz olduğu, tek bir zaman ile üç uzay boyutu şeklinde var olmasıdır. Tıpkı bir tahta yüzeyine yakından baktığımız taktirde pütürlü ve karışık, fakat uzaktan baktığımızda bize düzgün görünmesi gibi.
Bu konuda Frenk Close “Bizim bildiğimiz evren,bu sicimlerin yalnızca küçük bir parçasından oluşmuştur. Bizimkiyle aynı yerde bulunan daha ayrı bir evren,süper sicimlerden daha ağır bölümlerinden yapılmış olabilir. Sicimlerin diğer bölümlerinde ,belki de başka evrenler veya başka boyutlar vardır.”
Fermion ve bozonların birbirlerine dönüşebilmesi olan süper simetriyi ve dolayısıyla çekim kuvvetini kapsayarak normal uzunluklarda genel göreceliğin öngörüleriyle aynılaşmasını, uyuşmasını (ki bu planck mesafesinde farklı olacaktır) gösterse de bir teoriden çok, önseziye dayanan modelden öteye gidememektedir. Örneğin, bir karadeliğin hayatına astronomik bir karadelik olarak başlamış olmasını ve ömrünü patlayarak bitirmesini açıklayamadığı gibi, karadelikler hakkında da net bir şey söyleyememektedir. Bununla birlikte sicim teorisinin üstesinden gelinemeyecek matematiksel güçlüklere sahip olması ve yakın zamanda da çözülebileceği gibi bir görüşe açık olmaması, birleşik alanlar teorisini tam açıklayabilecek nitelikte olmadığını bize göstermektedir. Aynı görüşe katılan ünlü fizikçi Hawking de Her şeyin Teorisine en büyük destek veren kuramın kurtdelikleri ve buna dayalı teoriler olduğunu düşünmektedir.
Birleşik Alanları açıklamak için ortaya atılan bir diğer görüş de,Abhay Ashtekar tarafından uzay-zamanın temel öğelerinin noktalar yerine birbirlerine düğümlerle tutturulmuş kapalı ilmikler olduğunu söylediği teoridir ki bunda önemli olan şey, ilmikleri bağlayan düğümlerin cinsi ve sayısıdır.) Düğümlerin dışında ayrı olarak uzay ve zamanın olmadığını belirten bu teori her ne kadar sicimlere benzese de,yaklaşımı tamamıyla ondan farklı ve matematiksel ifade bakımından da zordur. Dolayısıyla, geçerliliği bakımından sicim ve benzerleriyle aynı kaderi paylaşmaktadır.
Makroskobik boyutta maddesel nesnelerin birbirlerinden ayrı ayrı varlıklar olamayıp,çevreleriyle ayrılmaz bir ilişki içinde olduğunu gösteren görüş mach ilkesi olarak geçer. Bu ilke maddesel bir nesnenin ataleti (yani nesnenin hareketlendirmeye karşı gösterdiği direnci) maddenin sahip olduğu içsel bir nitelik değil, yalnızca maddenin evrenin geri kalan diğer bölümleri ile girdiği etkileşmenin bir ölçüsü olduğunu söyler. Dolayısıyla, madde evrende madde bulunduğu sürece atalet gösterecektir. Mesela, bir cisim döndürüldüğünde onun ataleti merkezkaç kuvvetlerinin oluşmasına neden olur ve bu kuvvetler de ancak sabit yıldızlara izafi olarak döndürüldüğü için meydana gelirler. Eğer bu yıldızlar birden bire ortadan kaldırılsaydı,dönen cismin ataleti ve merkezkaç kuvvetleri de yok olurdu.
(Dolayısıyla genel görecelik kuramının oluşmasının en büyük nedeni olarak görülen Mach ilkesinin,bu teori tarafından içerilmesi gerekmektedir.).Yani, bir cismin eylemsizliği ,evrendeki bütün cisimlerin fonksiyonu olarak belirir. Bu nedenledir ki; .belirlerken, evrendeki diğer maddeler ile giriştikleri etkileşimleri yani Bütünün bilgisini göz önünde bulundurmak suretiyle algılayabiliriz. Mutlak uzay ve zaman fikrinin mevcut olmadığı görüşünü ortaya koyan bu ilke ışığında Astronom Fred Hoyle düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: “Günümüzde kozmoloji dalında meydana gelen gelişmeler,günlük kural ve şartların evrenin uzak bölgeleri olmadan geçerli olamayacağını ve evrenin söz konusu uzak bölgelerinin ortadan kalkması halinde uzay ve geometri hakkında sahip olduğumuz bütün fikirlerin geçersiz olacağını hızla ortaya çıkarmışlardır. Günlük tecrübelerimiz,en küçük detaylarına kadar evrenin büyük ölçekli nitelikleri ile okadar içli dışlıdır ki, onların ikisini birbirinden ayrı olarak düşünmek bile imkânsız bir hale gelmiştir”
Makroskopik uzayda,bir nesnenin kendi başına bir anlam ifade etmeyip bütünün bir fonksiyonu olarak anlam kazanmasının mikroskobik boyutlarda da karşılığı vardır (Kuantum Alanlar Kuramında). Buna benzer bir kavram evreni tanımlamak için geliştirilen bir teori Geoffrey Chew tarafından, Ayakkabı Bağı Felsefesi ya da Potin Bağları (Bootsstrop) ismiyle ortaya atılmıştır. Evreni karşılıklı olarak ilişkilendirilmiş bir Bütün olarak ele alan bu teori;doğanın maddenin temel yapı taşları gibi,temel varlıklara indirgenemeyeceğini ama bütünüyle kendi içinde tutarlılık yoluyla anlaşılması gerektiğini belirtir.Benzer ifadeyle, maddenin temel yapı taşlarından oluştuğu fikrini reddederek ,hiçbir temel varlığını kabul etmez. Buna karşın evreni birbirleriyle ilişkili bir olaylar ağı olarak görür ve sonucunda da madde ile ilgili görüşlerin tamamen “uzay-zaman görüşü niteliğinde olup nesnelerin olaylar olarak algılanmasıyla birlikte,bunların karşılıklı geçişlerinin uzay ve zamanın karşılıklı olarak geçişmelerine benzer olduğunu söyler. Öyle ki, bu olaylar ağında bölümlerin hiçbiri temel özelliklere sahip olmayıp bunların hepsi diğerlerinin özelliklerine bağlı ve birbirlerinin arasındaki etkileşimlerin toplamı olarak ağın bütünsel yapısını belirlemektedir. Dolayısıyla herhangi bir bölümün yapısı, diğer bütün bölümlerin yapıları tarafından belirlenmektedir. Bu konuda bir mistik “Akıl (beş duyu) üstü algıdan hiçbir şey gerçekten de sonlu değildir. Bu algı biçimi her şeyin her bir şeyden her bir şeyin de her şeyden kaynaklandığı görüşüne dayanmaktadır” derken,Tek bir taneciğin diğer bütün parçacıkları içermesi şeklindeki görüşünü şair William Blake dizelerinde şöyle ifade etmektedir :
“Dünyayı görmek için bir kum tanesinde ve cenneti bir yaban çiçeğinde yakala sonsuzluğu avucunun içinde ve bir saatin içinde Ebediyyeti”
Bu görüşlere paralel olarak Einstein ve Carl Sagan da sırasıyla “Eğer bir kum tanesini anlayabilseydik,tüm evreni anlamış olurduk”, “Kainat bizim içimizde yaşıyor ve bizler kainatın eseriyiz. Bu yüzden kendimizi tanıyarak kainatın sırlarını anlayabiliriz.” düşüncelerini dile getirmişlerdir.
Ünlü matematikçi ve Felsefeci olan Leibniz de (onun da diğerleri gibi doğu mistisizminden etkilendiği bilinmektedir) Chew teorisinin temel varlıkları ya da özleri reddetmesine karşın,buna paralel bir görüş olarak,evreni maddenin temel yapı taşlarının, uzay ve zaman içinde yer almayan ve de sonsuz sayıda ve sonsuz küçük maddesel bir yapıda olmayıp Ruhsal yapıdaki temel özlerden(öyle ki monadlara herhangi bir şeyin girip çıkmadığı büyük bir uyum halinde, birlikte hareket etmektedirler) yani Monadlardan meydana geldiğini ve her bir Monadın da evrenin bütününü yansıtabildiğini belirterek şunları söylemiştir: “Maddenin her bir bölümü, bitkilerle dolu bir bahçeye ya da balıklarla dolu bir göle benzemektedir.Burada bitkinin tek bir dalı ya da hayvanların her biri,eğer genel yaratışlarını bir kenara itersek,adeta bir bahçe ya da bir göl gibidir”
Leibniz’in Monadlar görüşünü daha kapsamlı olarak irdeleyen ve Saf Aklın Eleştirisi adlı eseri yazarak modern filozofların en büyüğü olarak kabul edilmesini sağlayan İmmanuel Kant da, Leibniz’den farklı olarak ortaya koyduğu görüşün doğu fesefesi ve modern bilimle büyük bir uyuşum halinde olduğunu bize göstermiştir. Ona göre uzayı tamamıyla dolduran monadların,maddenin cisimliliğini ve katı yapısını belirleyen tüm özelliklerinin, bir kuvvet olduğunu, doğada cisim ya da öz diye bir şey’in varlığını kabul etmeksizin,evrendeki her şeyin sadece kuvvet (enerji) olarak mevcut olduğunu söyler. Bu da günümüzde kuantum fiziği ve izafiyet teorisinin ortaya koyduğu,maddenin,enerjinin bir hali,biçimi olarak birbirlerine serbestçe dönüşebildikleri düşüncesi ile tamamıyle paralellik arz etmektedir.
Potin bağları açısından Hadronlar göz önüne alındığında ise,Hadronlar arası iletişimi sağlayan kuvvetlerin tanecik değiş tokuşunu sağlayan parçacıkların yine hadronların kendisi olduğunu belirtir.(Bu kavram aynı zamanda, şu an için türetilemeyen, fakat uç anlamda diğer taneciklerin,çekirdeklerin,atom ve moleküllerin yani tüm sistemin de kapsam içinde değerlendirilmesi gerekliliğini de öngörmektedir.)
Dolayısıyla, kendi boyutlarında Hadronlar üç değişik rolde karşımıza çıkarlar. Yani birleşik yapıya sahiptirler,ayrı bir hadronun öğesi olabilmektedirler ve birleşik yapıyı tutan kuvvetin öğeleri olmaktadırlar. Başka bir ifadeyle, bir tanecik diğer taneciklerin oluşmasını sağladığı (meydana getirdiği) gibi O bütünün bir yansıması şeklinde görünür ve aynı zamanda o bütün arasındaki birleştirici olan kuvvet parçacığının kendisi olmaktadır. Bundan dolayı Hadron grubunun tümü,bu şekilde ya da çizme bağlarını kullanıp kendilerini yukarıya çekmesiyle oluşmaktadır. Yani, karmaşık çizme bağı mekanizması,kendi kendini belirlemektedir. Bu kendiliğinden bağlı ilmeğin,yapının,kendi kendini oluşturan tanecik sistemini,bataklığa düşen ve kendi ayak bağlarını üstüne çekmesiyle kendini dışarıya sürükleyen bir çocuğun hikayesine benzetilir.
Böylece,bu konu üzerinde çalışan bilim adamları insanın,fiziki ve doğal etkileşimlerine göre bütünüyle kendi açıklamasını da içine alan bir Potin Bağı evrenini şuurlarında yaşayabileceklerine (yaşanacağına) inanmaktadırlar.
Şu an için,tanecik ailesinin çok büyük bir sistem olmasından dolayı onu daha temel alt birimlere ayırmaya çalışmanın anlamsız olduğunu savunan Potin bağları kuramı parçacık fiziğinde Hadronların ya da kuvvetli etkileşim içindeki parçacıkların tanımlanmasında kullanılmasına karşın, aynı sicimlerde olduğu gibi tam anlamıyla ortaya konulamamıştır. Her ne kadar temelinde Holistik bir yapıyı gösterse (ya da doğruları barındırsa) da,şuur ve madde arasındaki ilişkiyi açıklamada David Bohm’un Hologram Teorisinin çok çok gerisindedir.
O halde,gerek sicim teorisi, gerekse potin bağlarının tamamlanmamış olmalarının yanı sıra matematiksel zorluklarını da göz önünde bulundurduğumuz taktirde, David Bohm’un Hologram teorisini nasıl görmemiz gerekir sorusuna verilecek cevap,bu teorinin çok güçlü işaretlerinin fiziğin kendisinde olduğu gibi, tıp, psikoloji, biyoloji, sosyoloji, tarih, spor, teoloji, mistisizm ...vb) alanlarında da (ki bunların çoğunun akademik düzeydeki profesörler ve araştırmacılar tarafından incelenmiş olan) kanıtlarının mevcut olmasıdır.
Alıntı: Kenan Keskin
İstanbul - 22.02.2001
http://afyuksel.com
Hiçbir yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir.
© 1998 Cetin BAL - GSM: +90 05366063183 - Turkiye / Denizli