Gündem Gazetesi / Marmaris' te köşe yazıları yazan Oya DİRİKCAN
ile zamanda yolculuk konusunda yapılan röportaj. Zamanda Yolculuk ÇETİN BAL KİMDİR? Çetin Bal 1974 K.Maraş doğumlu. Meslek Lisesi Elektronik Bölümü mezunu. Ailesinin Tekstil Şirketinde çalışıyor. Çocukluğunda merak ederek araştırmaya başladığı “Pusulanın ibresi neden kuzeyi gösteriyor?” sorusu, O’nun bir inceleme, araştırma ve sorgulama süreci yaşamasına neden oluyor. Bu süreç sonunda, “Zaman Yolculuğu” ile ilgili tüm bilgi ve paylaşımları toplayıp, konuyla ilgili çalışmalar yapanları aynı çatı altında toplamak amacıyla, Denizli’de “Zaman Yolculuğunu Araştırma ve İnceleme Merkezi”ni kuruyor. Çetin Bal’ın çalışmalarını 'www.zamandayolculuk.com' adresinden takip etmek mümkün. Not: Çetin BAL aslen K.Maraş'lı ama 4 yaşlarında Denizli'ye yerleşmişler. 1978 den beri Denizli'de ikamet etmektedir. -“Zaman Yolculuğunu Araştırma ve İnceleme Merkezi”nden söz eder misiniz? Ne zamandan beri bu çalışmaları sürdürüyorsunuz? -Zaman yolculuğu araştırmaları, akademik bir merkeze bağlı olmadan yürüttüğüm bireysel bağımsız bir çalışmadır. Merkez olarak henüz bir kurumsallaşmamız yok, ama veri olarak, bilgi olarak bu çalışmalar kurumsal bir oluşum oluşturacak zenginliktedir. Ekonomik zorluklar, böyle bir kurumun oluşumunun önündeki en büyük engel şu anda. Çalışmalarıma belli bir zaman atfetmek zor. Aslında çocukluğumda ortaya çıkan ve ilerleyen yaşımla birlikte evrim geçiren bir araştırma sürecini izledim. Yani sonradan “Bilim Adamı” olanlardan değilim. Çocukluktan gelen bir inceleme araştırma sorgulama süreci içinde bugünlere geldim diyebilirim. Bilim insanı olmak sonradan kazanılacak bir meslek değildir. Çoğu bilim adamı ile hayatımdaki birçok süreç, paralellikler içermektedir. Aslında Einstein bile temel soruları çocukluğunda sormuştur. Einstein, 5 yaşındayken mıknatısın nasıl çektiğini merak etmiştir. Einstein’la ortak noktamız mıknatıslardı. İlk kez bir inşaat işçisinin elinde görmüştüm ve ilgimi çekmişti. Ben de “pusulanın ibresi neden kuzeyi gösterir?” merakıyla yola çıktım. Araştırmacılık ya da bilim insanı olmak sorgulamayı yaşamınızın bir parçası haline getirmeniz demektir. Neden? Niçin? Orda ne var? Sorularının yanıtlarını bulup, noktayı koymamaktır. Araştırmacılık bir yaşam biçimi olmak zorundadır. -Zaman yolculuğundan söz edeceksek, öncelikle “Zaman” nedir, bunu bilmemiz, anlamamız gerekiyor?
Einstein, sonradan fotoelektrik deneyi yorumu ile kuantum teorisine katkıda bulunmuştur. Hatta Nobel ödülünü fotoelektrik konulu teorisinden dolayı almıştır. Kuantum teorisi enerjinin sürekli bir yapıda olmayıp, kesikli bir yapıda olduğunu bizlere anlatır. Işığın da dalga paketleri halinde yayıldığını kabul eder. Kuantum teorisini, henüz zamanla doğrudan ilişkilendirmek söz konusu değildir.
Zaman Yolcuğu(2) -Evrenin sonsuz olduğu söylenir? Evrenin sonu var mı, yok mu? Sonu olduğunu düşündüğümüzde, o sınırın dışında ne olduğu sorusuyla karşılaşıyoruz. Sonu olmadığını kabul ettiğimizde ise bunu aklımızın sınırları algılayamıyor. Bunu nasıl açıklayabilirsiniz? -Evren dediğimiz bu sonsuz boşluk gerçekten sonsuz mu? Aslında evet, bir sonsuzluk var. Ama evren gerçekte kendi üstüne kapalı bir sonsuzluk. Bir küre düşünelim, evreni de bu kürenin üstündeki çizgiler (Galaksiler, yıldızlar, gezegenler) ve orda dolaşan karıncalardan yani biz insanlardan ibaret olduğunu genel bir toparlama ile izah edebiliriz. Bu kürenin çapı sonsuzdur. Buna göre hiçbir karınca bu kürenin tamamını dolaşıp aynı noktaya varamaz. Yani buna göre evren sonlu ama sınırsız bir yapı olarak karşımıza çıkar. Fakat bu sonlu olmak durumu, aslında biz insanlara ya da karıncalara göre düşünürsek yine bir sonsuzluğa tekabül eder. -Belki garip bir soru olacak ama, sonu varsa o sonun dışında ne var diye sormak istiyorum. Sonlu sınırsızı anlayabilmek zor… -Meseleyi tam olarak hayal edemezsek bu sorunun karşımıza çıkması çok doğal. -Hayal edebilmekte zorlanıyor insan… -Şimdi bir top düşünün ve bu topun iç çapını sonsuz olarak hayal edin. Bir insan için bu topun çevresi sonuçta asla dolaşılamaz. Sınırsızlık dediğimiz kavram bu noktada sonsuzluğa dönüşmüş olur. İnsan algı olarak bu sonlu ama sınırsız evreni zihnen anlamlandırabilir. Ama fiziksel olarak hesaplandığında evrenin çapı ya da küresel yüzeyi bir sonsuzluk olarak karşımıza çıkar. Yani zihnen bu sonsuzluk tek bir noktaya indirgenebilir, ama fiziksel adımlarla bunu saymaya kalktığımızda zihnimizin ulaştığı o bütünsel alana ulaşamayız. Sayılar sonsuza doğru uzanır gider. Zihin tam sonsuzluğu tek bir sıfır (0) ya da bir (1) rakamı içinde sanal olarak resmedebilir. Felsefi olarak sonsuzluğu tek bir nokta olarak görmek gibi izah edebiliriz. -İnançlarımız doğrultusunda evrene nasıl bakıyoruz? -Evren devasa bir enerji sistemidir. Bir enerji alanıdır. Bu alan çevremizde gördüğümüz tüm moleküllerin, atomların, atom altı parçacıkların kaynağı durumunda olan bir enerjisel vakumdur. Varlığın ya da bu enerjinin ardındaki alan kendi zihinlerimizin ardındaki bir alanı (evrensel zihin) simgelemektedir. Yani sınırlı insan şuurlarının ya da farkındalığının, idrakliliğinin kaynağı, enerjiyi de içine alıp var eden bu alandan (evrensel zihin) kaynaklanır. Buna göre aslında çevremizdeki maddelerin ya da onları da içine alan uzay ve zaman denen boyutlarında, bu bahsettiğimiz idrak noktasının içinde kendine yer edinip mevcutluk kazandıklarını söyleyebiliriz. Bu anlamda her şeyin mevcudiyeti, yani tüm sonsuzluk bizim idrak noktamız içinde yayılıp genişleyerek kendine bir mekan ve zaman edinir. “İnsan nedir?” sorusunun yanıtını aradığımızda, insanın maddesel bir bedenden ibaret bir varlık olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız. İnsan, bu anlamda düşünceye sahip bir beden değil, bedene sahip bir düşüncedir gerçeğine ulaşırız. Yani bu demektir ki, şuurun kaynağı maddenin kendisi değildir. Maddenin kaynağı şuurun kendisidir. Şuur madde içinde yer almaz. Madde şuurun içinde var olur. Madde doğrudan yokluğun içinde yer tutmaz. Şuur da kendini, kendi yokluğuna yaslayarak mevcut olur. Diğer bir ifade ile… Bizler kaynağı maddeler Dünyası olan Bilinçler değiliz. Fiziksel bedenimiz varolmak için kendi idrakimizin içinde mevcudiyet kazanır.Ve evren tek bir ilahi (evrensel) idrak noktasından ibarettir.Tüm madde o ilahi bilincin yansımasıdır. Ama maddenin kendisi o demek değildir. Madde yine o bilincin gölgesi mertebesindedir. Kendi gerçeğimize dokunduğumuz tek AN kendi bilincimizin farkına vardığımız ANdır! -Şuur nerededir? -Görülen evren ve maddeler evrensel şuurun yansımasıdır, ama yine de şuurun kendisi demek değildirler. Yani şuur, evrensel zihin dediğimiz İlahi bilincin (Tanrı, Allah) bir yansımasıdır. Evren onun görüntüsüdür. Ama bu görüntüler o demek değildir. İlahi bilinç, hem madde olarak görünendir, ama aynı zamanda ondan ayrı olandır. Hem ondandır, hem ondan değildir. Görünenler onun yansımasıdır, ama bu yansımalar “O mudur?” dersek, hayır o değildir. O, bu yansımalar olmayan daha başka bir şeydir. Şekiller dediğimiz tüm şablonlar dünyası, onun bir yansımasıdır. Ama bunları yansıtan o şekilsiz olanlardır. Tüm zamanlar ve mekanlar iç içe bir şekilde o zamansızlık ve mekansızlık içinde yayılırlar. O, bir sonsuz şimdiki zamandır. Orası bir zamansızlık demidir. Mekansızlıktır… O mekan içinde mekanlar saklıdır. O zaman içinde zamanlar saklıdır. -Işınlamayı nasıl açıklayabilirsiniz? Işınlanma nedir? Hiç denendi mi? -Işınlama parapsikolojik anlamda ruhsal güçlerin veya enerjilerin fizik beden içinde aktif hale getirilmesiyle olabilir. Ama biz teknik olarak konuyu irdelersek meselenin değişik izahları vardır. Işınlama olayının değişik teknolojik uygulamaları olabilir. İnsanların gelecekte yapabilecekleri en basit ışınlama tekniği maddelere bir ışın ya da dalga enerjisi vererek, maddelerin atomik bağlarının hafifçe açılması ve maddenin genişleyip görünmez olması ile birlikte, bu görünmez sis bulutu formatındaki üç boyutlu atomik zarfın, bir noktadan diğerine ışık hızında gönderilmesi söz konusu olabilir. Bu yöntemle insanlar yakın gelecekte bir kabinden diğerine postalarını, kargolarını, eşyalarını gönderebilecekler. Ama daha sonra bu yöntemle insanlar ve canlılar da taşınabilecek. Bu ilkel bir ışınlama yöntemidir. -Bunu yıllar önce “Uzay Yolu” dizisinde ve birçok bilimkurgu filmde izlemiştik… -Bilimkurgu filmlerde, sadece görsel bir efekt olarak işleniyor ama bilimsel temelleri henüz oluşturulabilmiş değil. -Yanlış hatırlamıyorsam, geçtiğimiz yıllarda denenmişti ışınlama… -Daha ileri bir teknolojide, maddelerin kendi boyutlarını belirleyen ana titreşim dalgaları üzerinde, rezonans frekansları ve maddenin uzay ve zaman çerçevesi ile oynayarak, maddeyi başka bir boyut içine (üst boyut-dördüncü boyut) yükseltmek ve ışık hızı duvarının üstünden maddeyi atlatmak diğer bir uzay noktasına doğru transfer etmek mümkündür. Bugün bilim adamları, kuantum teorisindeki “Yerellik ilkesi” dedikleri yöntemle, bir kuantum bilgisinin diğer bir yere ışık hızından daha hızlı aktarılması esasına dayanan bir bilgi nakli (parçacık durumu bilgisi) ile ışınlamayı başardık diyorlar. Ama bu sadece kuramsal bir yaklaşım ve teorik bir yorum. Aslında bahsedilen yöntem bir ışınlama yöntemi değil, tamamen kuantum felsefesinden yola çıkan bilimkurgusal bir yorumdur. Bilimkurguda ışınlama (teleportasyon), bir nesnenin tam bir kopyasını bulunduğundan farklı bir yerde yaratıp gerçeğini yok etmek anlamına geliyor. Belli bir nesnenin maddesel özellikleri taranıyor; bu bilgiler başka bir yere aktarılarak nesne orada yeniden yapılandırılıyor. Bu yolla insanlar hiç zarar görmeden ve hiç zaman geçirmeden istedikleri kadar uzağa gidebiliyorlar. Bilim adamları, bir ışık parçacığını, bir yerden başka bir yere ışınlamayı başardık derken aslında olan şey herhangi bir madde aktarımı değildir.Sadece birbirine uzak iki kuantum sistemine ait kuantum durum bilgisidir. Bir ışık demeti düşünelim. Bu ışık demetini iki ayrı yöne (A ve B noktasına) gidecek şekilde böldüğümüzde A noktasındaki ışınımın kuantum durumunu ( spin, kutup) ölçtüğümüzde aynı ölçümün bir kopyasını B noktasında elde ediyoruz. Bu süreçte iki ayrı yöne giden ışık parçacıkları, “ruh ikizi” gibi davranıyorlar. Işınlar (fotonlar) ayrı yönlere gitseler bile, bir fotona yapılan bir işlem, ötekini de etkiliyordu. Araştırmacılar, ışınlamada taşıyıcı olarak bu kuantum durum bilgisinin kullanılabileceğini düşünüyorlar. Gerçekte ışınlama maddeye ait moleküler atomik kompozisyon bilgisinin bir yerden diğerine nakli demek değildir. Işınlamanın özünde maddenin kendi atomik ve moleküler yapısının, kimyasal özelliklerini bozmadan, maddeyi çözmeden maddenin bir diğer noktaya nakli olayıdır. Işınlamanın anahtarı, maddeleri belli enerjilerle kaplayıp görünmez yapıp, onlara boyut atlatmak gibi düşünülebilir. Sanki takyon denen ışıktan hızlı enerjilerle maddeyi kaplayarak görünmez yapıp uzay zaman çizgileri arasında sıçratmak gibi bir şey bu. Ama bugünün bilim adamları ışınlamak deyince, maddenin kendisini olduğu gibi diğer bir noktaya taşıma fikrinden çok, maddenin atomik bilgisini diğer bir noktaya fakslamak gibi düşünüyorlar. Bu düşünce kuramsal ve matematiksel olarak mantıklı ama, uygulamada bu iş böyle olmaz. -Peki sizce ışınlama nasıl olmalı? -Işınlamanın anahtarı maddeyi manyetik bir takım enerjilerle kaplayarak görünmez yapıp uzay zaman boyutu ile oynayarak bir diğer noktaya doğru öteleyip kaydırmak fikri olmalıdır. Madde bir uzay zaman boyutu içindedir. Işınlama ; manyetik enerjiler ve bu boyutsal çizgilerle oynayarak, maddeyi uzay zamanın diğer çizgileri içerisine doğru sıçratmak demektir. Sanki maddenin içine girdiği uzay zaman çizgilerini manyetik etkilerle bir lastik gibi eğip bükerek yerçekimsel bir sapan etkisi yaratıp maddeyi ışık hızı ya da ışık hızı duvarının üstünden atlatacak şekilde fırlatmak gibi düşünülebilir. 1943 yılında Amerika Birleşik Devletleri denizcilik donanması gemilerini, düşman radarlarına görünmez yapmak için Philadelphia deneyi adı altında, bir görünmezlik projesi üzerinde çalışmışlardı. Bu deneyde söylentilere göre çok güçlü manyetik alanlar yaratılarak, geminin bu yoğun alan içinde radar dalgalarına karşı görünmezlik kazanacağı düşünülmüştür. Ama deney yapıldığında, gemi sadece radarlara görünmez olmakla kalmadı, fiziksel olarak da ortadan kaybolmuştu. -Çok ilginç, peki gemi bir daha ortaya çıkmadı mı? -Gözlemci raporlarına göre, gemi 640 kilometre ötedeki, Norfolk limanında görünmüş ve tekrar kaybolduğu Philadelphia kıyılarında görünmüştü. Yani saniyeler içinde gemi 640 kilometrelik bir yolu kat etmişti. Böyle bir bilgi var, ama resmi makamlarca hiç onaylanmadı. Bu olay, araştırmacılar arasında söylenti olarak dolaşan bir efsane haline dönüştü. Benim kendi kişisel kanım ve araştırmalarım bu deneyimin yapıldığı yönündedir. -Daha sonraki yıllarda, benzer deneyimler yaşandı mı? -Söylentilere göre bu deneyler Montauk Projesi denen bir çalışma altında devam ettirilmiş. Hatta zaman yolculuğu denemelerinin de yapıldığı rivayetler arasındadır. Bununla birlikte ABD ordusunun dünya dışı zeki varlıklarla bağlantı kurduğu ve benzeri teknolojileri onlardan aldıkları söylenmektedir. -Bu söylentilerin doğru olup, olmadığı yönünde sizin düşünceleriniz neler? -Hikayeler İkinci Dünya Savaşı yıllarına Nazilere kadar gidiyor. Nazi uçan daireleri teknolojisi, Nikola Tesla Bağlantısı, Philadelphia Deneyi ve 51 Area( 51.Bölge) bölgesi dahilinde bir eksende birleşiyor. Benim ulaştığım bulgulara göre abartılan taraflar olsada genel olarak bunların hepsi doğru. Deneysel olarak tam bir başarı elde edilememiş olma ihtimali olsa da zaman yolculuğu yada elektromanyetik sevk teknolojilerine dair ön çalışmaların yapıldığını ve bu teknolojilerin anlaşılmaya çalışıldığını düşünüyorum. Kesinlikle zamanda yolculuğunun mümkün olduğunu söyleyebilirim. Dünya dışı zeki varlıkların UFO’ları ( uzay araçları) ile ışık hızını aşarak bizim Dünyamıza kadar gelebildikleri konusunda kendi içimde kesin bulgulara ulaştım. Demek istediğim şey zamanda yolculuk var! Işık hızını aşmakta mümkün! Sorun şu ki uzaylıların olup olmaması yada Dünyada birilerinin bu deneyleri yapıp yapmamalarıda bir noktadan sonra çok önemli değil. Önemli olan şey, enerji, madde, uzay, zaman kuramlarını insan aklının yüksek görüş gücü altında incelediğimizde gerçekten pek çok olağan üstü keşfin mümkün olduğu gerçeğidir. -NASA’nın bu ve benzer bilgileri elinde bulundurduğu, fakat açıklamadığı söyleniyor. Bu konudaki görüşleriniz neler? -NASA halka açık bir sivil araştırma ofisi gibi çalışır. Ama ileri düzeyli fikirler ve deneyler gizli tutulur. NASA’daki uzmanlar da, bu büyük bilmecenin sadece küçük bir kısmından haberdarlar.Fakat NASA'nın kendi içinde özel çalışma grupları olabilir. Peki bilenler ve bu çalışmaların içindeki kilit adamlar kimler? Bilenler kendilerini afişe etmez, ama bu deneye katılan ve sonradan ayrılan bir çok yetkili insan yapılan çalışmalardan söz etmiştir. Mesela 51. Bölgede bu uzay araçlarını(UFO) inceleyen biri var, adı Bob Lazar. O, bu araçların bir çok mühendislik bilgisini açıkladı. Alfred Bielek denen bir şahıs, Philadelphia Deneyine katılmıştı. Sonra Preston Nicholes ve Duncan Cameron gibi bu deneylerle bağlantılı insanlar var. Bunların yanında, öldürülen bilim adamları da var. Örneğin, Dr. Morris Jessup Philadelphia Deneyi araştırmaları sırasında 1950’lerde öldürüldü. -Bu deneyler, ışınlanma deneyleri mi, zaman yolculuğu deneyleri mi? -Zaman yolculuğu denemeleri de var. Zaten ışınlama teknolojisi, zaman yolculuğu teknolojisinden ayrı bir teknoloji değil. UFO teknolojisi de sözünü ettiğimiz teknolojilere yakındır. Bu teknolojilerdeki temel prensip aynı; yani çok küçük bir enerji ile uzay ve zaman alanına müdahale edebilmek! İnsanlar bu enerjiye, bu teknolojiye sahip olduklarında, bununla uzay gemilerini bile ışık hızından daha üst hızlara doğru çıkarmak, boyut değiştirmek mümkün olacaktır. Mesele çok küçük sistemler içinde devasa enerjileri üretebilmek. -Anti çekim nedir ve bu anlattığınız teknolojilerle bir bağlantısı var mıdır? - Anti çekim aynı teknolojiyle bağlantılı. Anti çekimi anlatmadan önce yerçekiminin ne olduğundan söz etmek isterim. Yerçekimi; Uzay zaman alanı içindeki devasa kütleler (yıldızlar, gezegenler vb.)çevresindeki uzay zaman çizgilerinin bükülerek, üç boyutlu alan içinde bir derinlik farkı oluşturmasıyla meydana gelen, bir uzay zaman boyut kısalmasını ifade eder. Bu söylediğim tanımlama, şu anda Dünyadaki bilim adamları tarafından telaffuz edilmemiştir. İlk kez ben söylüyorum. Yerçekimine sadece uzay zamandaki bir bükülme demek tek başına yeterli bir tanımlama değil. Sonuçta genel görecelik kuramının öne sürdüğü gibi, yerçekimi bir uzay zaman alanında meydana gelen bir eğilme ya da bükülmedir. Ki bu tanımlama eksik olmakla birlikte, doğru bir tanımlamadır. Eksiktir, ama yanlış değildir. Bu anlamda yerçekimini kontrol etmek demek, yine uzay zaman dediğimiz dokumanın kendisine manyetik enerjilerle bağlanarak ve bu uzay zaman çizgilerini tamamen bizi iten, zıt bir ters çekim etkisi oluşturacak şekilde bir bükme etkisi oluşturmaktır. Bu da uzay gemimizi dünyadan yukarıya doğru itilmesini sağlamak demektir. Aslında bu itilmeyle, kendimizi yukarı doğru çekmeyi sağlayacak alansal bir uzay zaman etkisi (ters yerçekimsel etki)meydana getirmek demektir. Yani, karşıt çekim alanı diye bir şey yok aslında. Yine yerçekimsel alanı biz kendimiz üretip, bu alanı kendimizi yukarı doğru kaldıran bir alan yapılanmasına dönüştürüyoruz. -Anti çekim diye bir şey yok anladığım kadarıyla… -Dünya gezegeni çevresindeki uzay zaman alanını nasıl büküp eğriltip, bizi içine çeken bir yerçekimsel tuzak etkisine neden oluyorsa, aynı yerçekimsel atmosferi biz uzay gemimiz içinde ya da çevresinde oluşturuyoruz ve bu alanı bizi yukarı doğru, Dünya çekiminin tersi yönde çekecek şekilde yeniden düzenliyoruz. Buradan çıkan sonuca göre, aslında anti yerçekimi diyebileceğimiz, bir mıknatısın kutupları gibi bizi itecek zıt çekim alanı diye bir şey yok. Dünya üstünde, enerji alanlarını kullanarak bir antiçekim alanı oluşturamayız. Ama Dünyanın yerçekimsel alanını nötralize edecek, iptal edecek bir yapay güç alanı oluşturabiliriz. Yani Dünya üstünde uzaydaki gibi bir sıfır çekim ortamı oluşturabiliriz. Bir yerçekimsiz alan (sıfır çekim ortamı) oluşturmak demek antiçekim alanı oluşturmak demek değildir. Sadece kütle çekimi vardır. Zıt kütle çekimi denilebilecek bir alan yoktur evrende… Biz yine, kütle çekimsel alanı (yerçekimsel etki alanını) suni olarak üretip yerçekimine karşı kullanıyoruz. Bunun dahiyane bir fikir olduğunu kabul ediyorum. Bu benim araştırmalarım sonucunda elde ettiğim kendi fikrim, bunu bilim adamları düşünebilmiş değil. Uzay zamanda bir cismi yada maddeyi tepkimel itim sitemleri ( foton roketleri, iyon roketleri, anti madde roketleri) kullanarak ışık hızında hızlandırabilmek mümkün değildir. Bir maddeyi ışık hızında hareket ettirebilmek için hızları ışık hızına tekabül eden yerçekimsel uzay zaman dalgalarını kullanmamız gerekir. Işık hızı ( ışık dalgaları) ve yerçekimsel dalgalar arasında ilginç matematiksel bağlantılar var. Mesele bir uzay gemisini bu yerçekimsel dalgalara bağlayıp bu dalgalar boyunca su dalgaları üstünde kayan sörf tahtası gibi kaydırıp yürütebilmek. Bir uzay gemisini uzay/zamanın boyutları içinde ışık hızında yürütebilmek için geminin içine girdiği uzay/zaman dokumasının çizgilerini hareket yönünde büküp odaklayarak uzay gemimizin az ilerisinde bizi çeken karadeliksel (yerçekimsel ) bir güç yaratmalıyız. Böylece karadeliksel çekiş gücü elde etmiş oluruz. Uzay gemisinin az ilerisindeki bu karadelik aracın güç alanı çizgilerine bağlı olduğundan araç hiçbir zaman o karadelik tarafından yutulmayacak ama sonsuza dek uzay/zamanın çizgileri boyunca ışık hızında bu yapay karadeliğin peşinden sürüklenecektir. Araç kendi uzay/ zaman dokumasınıda beraberinde taşıyacağından dolayı araç içindeki yolcular bir G kuvveti (ivmelenme) hissetmeyeceklerdir. Çünkü tüm araç ve içindekiler atomlarından moleküler bağlarına kadar aynı güç alanı içinde hep birlikte hızlanacaklardır. Bu araç kendi yerçekimsel alanınıda beraber taşıdığından dönerekte gitse taklalar atarakta gitse yolcular için her şey normal görünecektir. Bu şuna benziyor; Dünya gezeni kendi yerçekimi alanına sahip olduğu için uzay içinde Dünyamız nasıl hareket ederse etsin insanların taban ve tavan duygusu yerçekiminden dolayı değişmez. Bu gravitasyonel dalgalarla ( yerçekimsel dalgalar) hareket sistemini şuna benzetebiliriz: Bir at arabası düşünelim. Bir de ucunda havuç olan uzunca bir sopa elimizde olsun.At arabasına oturup ucunda havuç olan sopayı atın az ilerisine doğru tuttuğumuzda at havucu yemek için uzandığında at arabasıda atla birlikte hareket edeceğinden ucunda havuç olan sopamızda bir adım daha öteye kayacaktır. Böylelikle at havuca hiçbir zaman yetişemeyecek ve sonsuz bir hareket ve devinim döngüsü içine girmiş olacağız. Bu GRAVİTİK ASILIM teorisine göre tek sorun uzay/zaman dokumasını istenilen şekilde bükmek için istenilen enerji kaynağını nasıl temin edebileceğimiz sorunudur. Mesele çok az bir enerji ile kolayca uzay/ zamanı nasıl eğip bükebiliriz? Sorulması gereken soru budur. Ve bunun yanıtını Rezonans Frekansları denen bir akustik biliminde bulabiliriz. Eğer önünüzde duran bir bardağa, onun tabii frekansına uyan bir frekansta bağırabilirseniz, daha doğrusu bir ses dalgası gönderebilirseniz, bardağın tabii frekansı ile sesin frekansı çakışarak, bardaktaki titreşimi kontrolsüz bir şekilde artırır, bardak rezonansa girer ve sonuçta çatlayabilir veya kırılabilir. Ben aynı şekilde uzay zamanın devirsel bir titreşim frekansı olduğunu düşünüyorum. Bardak gibi uzay/zaman dokumasınında bir rezonans frekansının olduğunu düşünüyorum. Tabiki bardağın atom ve moleküllerini ses dalgaları ile etkilediğimiz gibi uzay/zamanı’da tasarlanmış elektromanyetik alan frekansları ile etkileyebileceğimizi düşünüyorum. Eğer dünyadaki bilim adamları sesimi duyarlarsa bu fikrimi uygulamaya koymak için teknik destek isteyebilirim. -Dileğiniz buysa, bizim dileğimiz de sizin bunu yerine getirebilmeniz. Peki, yerçekimi Dünyada farklı, uzayda farklı mı? Bunu nasıl açıklamak gerekli? -Yerçekimi evrenin her yerinde mevcut olan bir kuvvettir. Kanun olarak bu böyledir. Uzay boşluğunda yoktur, sadece gezegen ve gök cisimleri, yani kütleler çevresinde vardır. Kütle derken, parçacık karakteri kazanmış bir dalga enerjisi çevresinde yerçekimi ortaya çıkar. Dünyanın çekiminden uzaklaşınca çekim yine var, ama mikro düzeyde olduğundan insanlar bunu algılamaz. Yerçekimsizliğin esprisi de burada zaten. Ancak sıfır çekim ortamı için, yıldızlar arası boş bir alana gitmek gerekli. Gezegenlerin yıldızların olmadığı uzay boşluğunda yerçekimsel etki sıfırdır. -Araştırmalarınız ile elde ettiğiniz bu birikimler sizi “Zaman Yolculuğu İnceleme ve Araştırma Merkezi”ni kurmaya kadar götürdü. Bu aşamadan sonra beklentileriniz neler? -Elbette ki bu bilgiler bizimle birlikte kaybolmamalı. Bizim laboratuar imkanlarımız sınırlı, ilerde birileri bu fikirlerimizi test etmek isteyebilir. Bu araştırmalar, bu meseleler bizimle birlikte bitmemeli, gelecek nesillere bu düşüncelerimiz miras kalmalı. Bir gün birileri bu fikirleri uygulamaya dökecek teknik imkanları bulabilir. Bunu insanlık olarak düşünmek lazım. Her şey fikirler, düşünceler ve vizyonlarla başlar. Ortada bir görüş gücü, bir yüksek vizyon yoksa dünya üstünü sayısız akademilerin, üniversitelerin doldurmasının, insanlık gelişimi için çok da bir faydası yok. Ancak bir yere kadar. Gelişimin ve ilerlemenin anahtarı vizyon sahibi olabilmekten geçer. Önce şuur olarak, düşünce olarak olayı yakalamak, mevzunun ya da o yüksek teknolojilerin içine girebilmek lazım. Önce hayal gücünün o noktalara ulaşabilmesi gerekir. Bu yüzden insanın soyut düşünebilmek yeteneğinin gelişmiş olması lazım. Soyut olmadan somut bir gelişim olmaz. Bir çok icat hep hayal gücü ile başlamıştır. Uçmayı Wright kardeşler hayal etmeseydi bugün bir ülkeden diğerine devasa yolcu uçakları ile gidiyor olamayacaktık. Bizler belki hayallerimizin sonuna kadar gidecek şartlara ve koşullara sahip olamayabiliriz, ama bizden sonrakiler bu yolculuğu devralıp, o hayali gerçek kılabilirler. O noktalara yürüyüp o hayalleri somut dünyanın bir parçası haline getirebilirler. İşte bu geleceği yaratmaktır, işte bu değişimdir.
Hiçbir yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL' a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir. © 1998 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli Ana Sayfa / Index / Roket bilimi / E-Mail / Kuantum Fizigi / Astronomy / Time Travel Technology / UFO Galerisi / UFO Technology /
|