Tarih: 16 Mayıs 2015 | Yazar: Bilimkurgu Kulübü


Bilimkurguda Işıktan Hızlı Seyahat Yöntemleri

Bilimkurgu dediğiniz şey, özünde bir teşbih sanatı. Aslında geleceğe değil, bugüne dair öyküler anlatıyor. Bunu teknolojiyle süsleyip belli yerlerde biraz da abartı ekliyor, işlem tamam. Sanki bilmiyormuşsunuz gibi yazdım ama şuraya bağlamak istiyorum: Yazdığınız bilimkurgu uzayda geçiyorsa, bazı lojistik sorunları ortaya çıkıyor. Japonları Minbariler veya Rusları Klingonlar şekline büründürdükten sonra, kahramanlarımızın etkileşime girebilmeleri için o ırkların bulundukları yerlere Amerika’dan Japonya veya Rusya’ya uçakla seyahat eder gibi gitmeleri gerekiyor. Bakalım yazarlar “galaksi kazan biz kepçe” gezmemiz için ne gibi çözümler üretmiş? Üretirken ne kadar gerçekçi davranmışlar? Bilimi mi temel almışlar, yoksa “teknolojik bir büyü” mü icat etmişler? İşte bilimkurgularda sizi bir anda evrenin öbür ucuna götüren başlıca seyahat yöntemleri.



BÜKÜM HIZI (WARP)

Akla ilk gelen: Star Trek (Uzay Yolu) ve türevleri

Çalışma prensibi: Bir sayı doğrusu düşünün. Her bir çizginin arası 1’er santimetre olsun. Gemimiz de sayı doğrusunun 0 noktasında, yani orijininde bulunsun. Yani geminin önünde pozitif, arkasında negatif sayılar olsun. Şimdi bu geminin büküm hızına çıktığını varsayalım. Etrafında “büküm köpüğü” adı verilen bir alan oluşacak. Bu alanın içinde kalan sayı doğrusunda ise mesafeler değişecek. Uzay gemisinin önündeki, yani gitmek istediği yöndeki 1’er santimetrelik boşluklar 1 milimetreye düşecek, arkasındaki boşluklarsa 1 desimetreye çıkacak. Başka bir deyişle gemi, uzayı bükecek. İşte Gene Roddenberry’nin fizikçilerle birlikte geliştirdiği büküm motorunun mantığı bu. Motor, enerjisini içinde maddeyle anti-maddenin çarpıştırıldığı bir çekirdekten alıyor. Aslında çıkılan hız sabit. Yani büküm motoru devre dışıyken gittiği hız neyse, büküm hızındayken gittiği hız aynı. Değişen şey geminin hızı değil, kat ettiği mesafe. Büküm etkeni (warp factor) ise bu mesafelerin ne kadar kısalacağını belirleyen katsayı. Elbette bu harika icadın bazı dezavantajları var. Örneğin manevra yapmak ya çok zor, ya hiç mümkün değil. Onun için arada durup karşınıza çıkan gezegene çarpmamak için rota düzeltmeniz gerekebilir ama buradan Klingon anavatanı Kronos’a 6 saatte gitmek için değmez mi?

Gerçekçilik: Gerçekçilik açısından düşündüğümüzde Star Trek’in büküm hızı son derece akıllıca oluşturulmuş bir sistem. Zira ışıktan hızlı seyahat edilse de, aslında gemi ışık hızının üstüne çıkmamış oluyor. Bu da maddenin enerjiye dönüşmesi veya ikizler paradoksu (ışık hızına çıkan kişinin yaşlanmaması, buna karşın çıkmayanların 30 yıl yaşlanması) gibi durumların önüne geçiyor. Bu konuda ciddi çalışmalar yapılıyor. Hatta 1994 yılında fizikçi Alcubierre’nin ortaya attığı büküm motoru teorisini gerçekleştirmek için 2003’ten beri yapılan White-Juday deneyleri var. Bir uzay gemisinin büküm köpüğü içerisinde ilerlemesinin Einstein’ın izafiyet teorisine göre mümkün olduğu düşünülüyor. Fakat ortada ciddi bir engel var: Enerji. Atom büyüklüğünde bir uzay gemisini büküm hızına çıkarabilmek için 3 tane Güneş’in ömür boyu ürettiği enerji gerekiyor. Yani dizilerdeki büküm çekirdeğinde olduğu gibi maddeyle anti-maddenin çarpıştırılması bile yetmeyebilir, çünkü kütle büyüdükçe enerji ihtiyacı da artıyor.


ÜSTUZAY MOTORU (HYPERDRIVE)

Akla ilk gelen: Star Wars (Yıldız Savaşları), Babylon 5 (Babil 5)

Çalışma prensibi: Üstuzay’ı meşhur eden Han Solo ve efsanevi gemisi Millenium Falcon’du ama George Lucas, Star Wars IV: A New Hope (Yıldız Savaşlar IV: Yeni Bir Umut)’ta üstuzay motorunun ne yaptığı konusuna bir açıklama getirmemişti. Yine de görsel olarak motorun tanımını desteklemişti. Nedir o tanım? Üstuzay motoru, uzay-zaman süreğinde bir yırtık açar ve gemi o yırtığın içinden üstuzaya geçer.

Üstuzay’ın adı değişebiliyor (uzay2 veya altuzay gibi isimlerle de anılıyor) ama bazı ortak özellikler de var. Örneğin bu yöntemi en çok kullanan Star Wars ve Babylon 5 evrenlerinde üstuzayda seyrüsefer tam bir işkence. Star Wars’ta geminin üstuzaya nerede girip nerede çıkacağının hesabı önceden seyrüsefer bilgisayarında yapılırken Babylon 5’te yön bulmanızı sağlayan şamandıralar var ve onları kaybederseniz çıkışı bulmanız imkânsız. Ayrıca üstuzay tecrit edilmiş bir ortam. Yani üstuzaydayken normal uzayla iletişim çok özel hallerde mümkün. Bu fenomenin hızlı seyahati nasıl mümkün kıldığı ise yazarların anlaşamadığı bir başka konu. Kimine göre farklı bir boyut olduğu için uzaklıklar farklı. Bazıları üstuzayda zamanın daha yavaş aktığını ileri sürüyor. Kimi evrenlerde ise geometrik olarak bizim evrene ters. Yani bir yer bizim evrenimizde ne kadar uzaksa, üstuzayda o kadar yakın.

Gerçekçilik: Bugünkü bilgimizle pek mümkün görünmüyor. Burkhard Heim adında Alman bir fizikçi, 2006 yılında Heim Teorisi’ni ortaya atmış. Heim’ın asıl amacı kuantum fiziğiyle izafiyet teorisi arasındaki uyumsuzluğu gidermek, yani bir nevi “her şeyin teorisi”ni bulmakmış. Ancak teori, ana akım bilimin dışında kabul edildiği için fizik çevrelerinde fazla ilgi görmemiş. Tabii bu, bazılarının Heim’ın teorisine göre 6 boyutlu olan uzayda ışıktan hızlı seyahat çalışmaları yapmalarına engel olamamış. İşte bu çalışmalar, özellikle Florida Üniversitesi’nde yoğunlaşıyor. Ancak henüz bir üst boyuta nasıl çıkılabileceği bulunmuş değil. Florida Uzay Enstitüsü’nden John Brandenburg’un 2006’da ifade ettiği gibi, her şey bir umuttan ibaret:

“Doğanın açık bir kapı bırakmış olmasını umuyoruz. Umarım doğru kapıyı bulabiliriz. Bunun için tüm kapı kollarını deniyoruz. Eninde sonunda bulabileceğimize eminim.”

Hedefledikleri şeyse Babylon 5’e daha yakın. Yani üstuzaya sıçrayan uzay gemileri yerine; gemilerin üstuzaya geçip normal uzaya dönmesini sağlayan sıçrama geçitleri yapmaya çalışıyorlar. Ama 2006’dan 2015’e hâlâ bir ses seda yok.


SOLUCAN DELİĞİ (WORMHOLE) VE KARA DELİKLER

Akla ilk gelen: Farscape (Uzak Ufuk), Star Trek: Deep Space 9 (Uzay Yolu: Derin Uzay 9), Interstellar (Yıldızlararası)

Çalışma prensibi: Yok. Şu ana kadar saydıklarımızın hepsi yapay yöntemlerdi. Yani bu tür bir seyahati mümkün kılan insan yapısı bir araç vardı. Solucan delikleri ve kara deliklerse doğal oluşumlar ve özleri itibariyle bir noktadan diğerine geçişi sağlayan bir tünel (aslında doğal olduklarından ötürü “mağara” daha doğru bir teşbih olabilir) vazifesi görüyorlar. Tabii doğal olmaları, bazı sorunları da beraberinde getiriyor. Örneğin Farscape’te bir mağaradan değil, mağaralar ağından söz etmek mümkün. Bu yüzden de yön bulmak çok zor. Hatta bu solucan deliklerinin farklı zamanlara veya alternatif evrenlere de açılabildiğini düşünürsek, iş iyice içinden çıkılmaz hale geliyor. Star Trek’teki doğal solucan deliklerinin de hiçbiri stabil değil. Bu, solucan deliğinin için sıkışma veya solucan deliğiyle birlikte yok olma gibi riskleri de beraberinde getiriyor. Hadi bunlar olmadı diyelim, giriş çıkışlar da sabit değil. Bu yüzden kendinizi bir anda gitmek istediğiniz noktadan ışık binyılları uzakta bulabilirsiniz. Bajor semalarında bulunan “çok özel” bir solucan deliği hâriç tabii.

Gerçekçilik: İlginç bir şekilde, büküm hızı hariç listenin tüm üyelerinden daha yüksek. Tabii yine o meşhur kelime karşımıza çıkıyor: Teoride. Solucan deliklerine Einstein-Rosen Köprüsü de deniyor. Nathan Rosen ve Albert Einstein tarafından ileri sürülen solucan deliklerinin genel izafiyet teorisinde de, kuantum fiziğinde de yeri var. Buna karşın bugüne dek tespit edilmiş bir solucan deliği yok. Ek olarak fizikçiler solucan deliklerinin genel izafiyet teorisi dâhilinde doğal olarak oluşmasını sağlayacak bir sürecin varlığı konusunda kanıt bulabilmiş değil. Fakat kuantum köpüğü hipotezi (ki evrenin kumaşının fiziksel ifadesi ve sicim kuramının bir parçası olduğu haricinde ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim bile yok), mikroskobik boyutta doğal solucan deliklerinin varlığının mümkün olabileceğini ileri sürüyor. Elbette plankton büyüklüğündeki bir solucan deliğinden koskoca uzay gemisini geçirmek imkânsız. Hadi yapay olarak açtınız diyelim, bu sefer de dengeli tutmak zorundasınız. Bunun için de yüksek miktarda egzotik maddeye ve negatif enerjiye ihtiyacınız var.


SIÇRAMA MOTORU (JUMP DRIVE)

Akla ilk gelen: Battlestar Galactica (Savaş Yıldızı Galactica), Farscape (oradaki adı Starburst’tü), Mass Effect

Çalışma prensibi: Koskoca bir uzay gemisinin bir anda uzay zaman bütünlüğündeki bir noktadan silinip bir başka noktada belirmesi şeklinde tasvir edebileceğimiz sıçrama motorları, geçitlerle üstuzay motorlarının bir harmanı gibi. Fakat sıçrama motorlarının anlık seyahate izin vermesi, yukarıda sayılan yöntemlerden üstün olduğu anlamına gelmemeli. Bu motorlarda da sıçrama yapmadan önce hesaplamalar yapılması gerekiyor, yoksa kendinizi bir anda yıldız çekirdeğinin içine sıçramış halde bulabilirsiniz. Ayrıca bu tür motorların menzilleri kısıtlı. Bazen bir yere gitmek için birkaç kez sıçrama yapmanız gerekiyor ve arka arkaya 2 sıçrama yapamıyorsunuz. Hem Galactica’da, hem de Farscape’te olduğu gibi öncesinde motoru şarj etmek (veya canlı uzay geminizin soluklanmasına izin vermek) gerekiyor. Bunların olmadığı Mass Effect evrenindeyse sadece kütle röleleri (mass relays) üzerinden seyahat mümkün. Yani sadece noktadan noktaya gidebiliyorsunuz. Yolun geri kalanını konvansiyonel yöntemlerle kat etmeniz gerekiyor.

Gerçekçilik: Zor dostum zor. Sıçrama motorları o kadar afaki, “bilimsel büyü” dediğimiz şeye o kadar yakın ki, bilimkurgu yazarları bile bu hayali motorların çalışma prensiplerine bir açıklama getirmemiş. Sadece uzayda bulunan takyon parçacıklarının uzay zaman süreği üzerinde böyle bir etkiye izin verebileceği söylenmiş. Buradan hareketle sıçrama motorlarının sadece uzayda değil, zamanda da belli koordinatlara gittiğini söyleyebiliriz. O koordinatlar da bir sonraki an. Takdir edersiniz ki günümüzün teknolojisiyle böyle bir şey pek mümkün görünmüyor. Belki 1000 yıl sonra.



GEÇİTLER

Akla ilk gelen: Stargate (Yıldız Geçidi) ve dizileri

Çalışma prensibi: Evinizin İstanbul’da, iş yerinizinse Kuzey İrlanda’da olduğunu düşünün. Şimdi öyle bir kapı olsun ki, eşiğinden geçtiğiniz anda kendinizi Kuzey İrlanda’daki büronuzda bulun. İşte geçitlerin mantığı bu. Sabit 2 nokta arasında seyahat sağlamaları, üst uzaya sıçrama geçitlerini andırıyor. Seyahatin anlık denebilecek kadar hızlı olması ise sıçrama motorlarıyla akraba olduklarını gösteriyor. Her ikisiyle de arasındaki en önemli fark, insan taşımaları. Yani eğer ortadaki devasa boyutlara sahip bir Süper Geçit değilse ya da normal bir geçite sığabilecek ölçülerde taşıtlar kullanmıyorsanız, bu geçitlerden bir uzay gemisi veya araçla geçmiyorsunuz. Çünkü geçitlerin temel amacı insan taşıma üzerine kuruludur.

Öte yandan bu geçitler sadece uzayda değil, zamanda da belli koordinatlara açılabiliyor. Örneğin orijinal Star Trek dizisinin 1. sezon 28. bölümü olan The City on the Edge of Forever (Sonsuzluğun Kenarındaki Şehir) adlı bölümde Kaptan Kirk ve Doktor McCoy, böyle bir geçitten geçerek 1930’ların New York’una geliyordu. Yine Stargate dizilerinin kimi bölümlerinde geçitler kullanılarak zaman yolculuğu yapılmaktadır. Terminator hikâyelerinin temelinde de böyle bir zaman geçidi olduğunu söylemek mümkün. Stargate’in geçitleriyle seyahat edebilmek için varış noktasında da mutlaka bir geçit olması gerekiyor. Ancak bazı film ve dizilerdeki geçit türlerinde bu gereklilik bulunmayabiliyor. Bu yapımlarda yolculuğun çift yönlü olabilmesi için varış noktasında da bir geçidin olması şartı aranıyor; aksi takdirde gittiğiniz yerden geri dönemiyorsunuz hepsi bu.

Gerçekçilik: Narnia Günlükleri gibi fantastik eserlerdeki geçitleri bir kenara bırakırsak, Stargate‘in geçitleri teorik olarak mümkün görünüyor. Yine de bu tip geçitlerin üretilebilmesi bizler için şimdilik bir hayalden ibaret. Bilimkurgudaki kökeni 1940’lı yıllara dayanan bu fikir, henüz bilimsel bir şekilde açıklanabilmiş değil. Hatta Uzay Yolu bile bir açıklama yapmaya pek yanaşmıyor ama biz biraz beyin fırtınası yapalım: Mekândaki değişikliği ışınlanmayla bir tutarsak karşımıza menzil sorunu çıkıyor. Dahası, bu geçitlere giren kahramanlar ışınlanıyormuş gibi görünmüyor. Tıpkı sıçrama motorlarında olduğu gibi bir canlıyı uzay zaman bütünlüğündeki belli bir koordinattan silip bir başka koordinata göndermek de pek mümkün görünmüyor.

Stargate, bu geçitlerin arasında bir solucan deliği olduğunu ileri sürüyor. Yani bu kapılar, aslında 2 nokta arasında stabil bir solucan deliği açıyor. Girdiği geçitte moleküllerine ayrılan bir cisim, varış geçidinde ise tekrar birleşiyor. Öte yandan kararlı bir solucan deliğinin yaratılması, belli bir süre açık kalacak şekilde ayarlanması, içinden geçilebilecek kadar büyütülmesi ve içinden geçen bir şeyin diğer tarafta tekrar tek parça halinde birleştirilmesi gibi uygulamalar, hiç kuşkusuz çok ama çok üstün bir teknoloji gerektiriyor ve bizim şimdilik bunu nasıl gerçekleştirebileceğimize dair en ufak bir fikrimiz bile bulunmuyor.

Hazırlayan: Üstar Kaan Zambakçı
--------------------------------------------------------------------------------------------


Efsanevi Protoss Gemileri

Tarih: 19 Haziran 2016 | Yazar: Alp Kütükçü

Bilimkurgu külliyatındaki uzay gemilerine aşinasınızdır: USS Enterprise, Borg Kübü, Kader, Atlantis, Battlestar Galactica, Babylon 5 ve daha fazlası… Bu araçları anarken StarCraft’in ve özellikle Protoss’un efsanevi 3 gemisini unutmamak lazım: Nezin’in Anısı, Altaris’in Gururu ve en bilinenleri Adun’un Mızrağı.

Bu 3 büyük gemi, Protoss’un Altın Çağı’nda Meclis’in (Protoss ileri gelenleri) onayıyla inşa edilmiştir. Bu gemilerin amacı ise Protoss ırkı yok oluş tehlikesiyle karşılaşırsa, soyun devamını sağlamaya yardımcı olmaktır. Gemileri inşa fikri, Protoss Ana Gemisi bir nötron yıldızı tarafından parçalanıp binlerce Protoss ölünce Koruyucu kardeşlerden gelmiştir. Koruyucu kardeşler, 3 tane geminin yapılmasını buyurmuşlardır. Bir tanesi (Adun’un Mızrağı) tek başına görkemli bir gemi olacakken diğer ikisi ise öngörülemeyen bir kriz halinde Adun’un Mızrağı’na yardımda bulunacaklardır.


Gemilerin, kaçınılmaz felaketi önlemek değil de felaketten sonra Protoss ırkını yeniden yüceltmek amacıyla inşa edilmesi gerektiğine karar veren Koruyucular, Protoss savaşçıları ile biirlikte bu üç gemide uykuya daldılar. Bu gemiler, Protoss’u herhangi bir felaketten koruyabilecek bir şekilde dizayn edilmişti ve aynı anda binlerce Protoss’a ev sahipliği yapabilirdi.

Üç geminin de ilginç bir ortak özelliği vardır: Hepsinde, kendilerine binlerce yıllık enerji sağlayacak sentetik bir yıldız bulunmaktadır. Ayrıca hepsinde, herhangi bir güç problemine karşı çeşitli yedekleme sistemleri mevcuttur. Bu gemilerden ilk ikisi, Nezin’in Anısı ve Altaris’in Gururu, Adun’un Mızrağı’ndan önce inşa edilmiştir ve ikisi de aktive edilmeye fırsat kalmadan Aiur istilasında Zerg tarafından yok edilmişlerdir. Bu yüzden, Nezin ve Altaris’in kim veya ne olduğuna dair bilgimiz yoktur.

“Adun’un Mızrağı, Khalai mühendisliğinin bir mucizesi ve 3 büyük gemiden sonuncusu… Her biri, karanlık zamanlarda kültürümüzün devamını sağlamak için tasarlandı.” -Protoss Yüksek Mühendisi Karax

Adun, Protoss tarihinde adeta bir kahraman olarak görülür. Gerçekten de Aiur, onun kadar güçlü bir savaşçı ve zeki bir stratejist görmemiştir. Adını bu kahraman savaşçıdan alan Adun’un Mızrağı, oldukça görkemli bir gemidir; daha önceki yazımızda belirttiğimiz üzere, Amon’a ve yardakçılarına karşı verilen Son Savaş’ta Altın Armada’nın (Amon’un düşmanları) en önemli umudu olmuştur.

“Bu gemi sayesinde olanların intikamını alacağız, Karax; ve şövalyeleri (Templar) kurtaracağız!” -Başpiskopos Artanis


74547 km uzunluğunda, 17204 km genişliğinde ve 9139 km boyunda olan bu dev gemi, gerçekten de bir mızrağı andırmaktadır. Bütün Protoss medeniyetini, Protoss ordularını ve Protoss uzay gemilerini hangarlarında saklayabilen bu geminin teknolojisi, çok eskiden yapılmış olsa da mevcut Protoss teknolojisinden öndedir. Protoss’un Altın Çağı’nda inşa edilen geminin o kadar büyük bir ateş gücü vardır ki tek başına savaş açıp gezegenleri yok edebilir. Muazzam ateş gücünün yanı sıra, kendini düşmanlardan gizleyebilme gibi defansif özellikleri de vardır. Kısa bir süreliğine de olsa zamanı durdurabilen ve düşmanlarını dondurabilen gemi, gerektiğinde düşmanlarını içine çekebilecek ve onları afallatacak bir karadelik de yaratabilir. “Solarit” isminde bir mineral sayesinde oluşturulmuş yapay güneşinden enerji alan geminin, ışıktan hızlı yol almasını sağlayacak motorları vardır.

----------------------------------------------------------------------------------------


Yaşayan Bir Uzay Gemisi: Moya

Tarih: 28 Mayıs 2016 | Yazar: Can Kaçan

Moya, Farscape evrenindeki Leviathan ırkına bağlı yaşayan biyo-mekanik bir uzay gemisidir. Bir dönem Peacekeeper güçleri tarafından mahkum nakil aracı olarak kullanılmıştır. Ancak bir görevi sırasında Peacekeeper kontrol tasması kazara serbest kalınca kaçmayı başarır. John Crichton‘la karşılaştığında 23 döngü yaşındadır ve Peacekeeper/Scarran Savaşı sonunda 27-28 döngü yaşına ulaşmış olur. Biyomekanik olmasından ötürü hem biyolojik hem de teknolojik parçalar içerir. Moya, bütün Leviathanlar gibi silah bulundurmaz ve sadece savunma manevrası yapar.

Işıktan hızlı bir sürüş sistemi olan Starburst yeteneği sayesinde, peşindekilerden kolayca kaçmayı başarır. Starburst yeteneği bulunan bir Leviathan, sürüş sistemindeki ateşleme mekanizması bozulmadığı sürece yakalanmaz. Bir Leviathan starburs’te girdiğinde, diğer araçlardan çok daha kısa sürede inanılmaz mesafeler katedebilir. Bu yeteneğin en büyük dezavantajı, varış noktasının netleştirilememesidir. Ne gemi ne de pilot, starburs’tan sonra nerede oldukları hakkında bir fikre sahip değildir. Bu rastgelelelik, başka bir gemi türünde bulunmadığından dolayı muhtemelen biyolojiktir. Starburst, iç bölmedeki pilot kabinini etrafında enerji dalgalanmalarının yükselmesi ile başlar. Enerji daha sonra geminin arka tarafından gövdesine doğru serbest kalır. Geminin uç kısmına geldiğinde başka bir boyuta yol açılır ve gemi oraya girer. Gemi solucan deliği yolculuğunda eşsiz bir rastgele hıza ulaşmayı başarınca dışarıya itilir. Sadece Scaranlar, Leviathan performansına yakın gemilere sahiptirler.
 


Moya’nın üstten görünüşü

Türünün diğer bir çok bireyi gibi Moya da, genç yaşta bir Peacekeeper bölüğü tarafından yakalanır. Kendi pilotu öldürülür ve kendisine başka bir işbirlikçi pilot bağlanır. Bu yapay süreç, hem pilot hem de Moya için büyük bir acı içinde geçer. Eşleşmeyen sinir uçları bitmek bilmeyen hasarlara neden olur ve neredeyse hiç iyileşmez. Pilot, Crichton’ın modülünü bir kara delikten uçurmak için geçici olarak ayrıldığında sorun düzeltilmiştir. Pilot, kabinindeki yerine geri konulduğunda, sinir uçları yapıştırılmaz ya da lehimlenmez; ama birlikte doğal bir şekilde büyümelerine izin verilir.

Moya ve Pilot; Crichton, Zhaan, Rygel ve Ka’D’Argo’nun yardımı ile kaçmayı başarır. Böylece Moya, mürettebatı için bir arkadaş ve yuva haline gelir, birlikte bir çok tuhaf, cesaret kırıcı, eğlendirici maceraya atılırlar.Hatta Crichton, Moya’yı bir anne ile kıyaslar ve mürettebatı bir arada tutan en önemli unsur olarak değerlendirir. Kaldı ki biz izleyiciler de, dizi boyunca Moya’yı ekibin bir üyesi olarak kabul ederiz. Bazen coşkulu, bazen hassas, bazen sinirli ve bazen de merhametli olabilen bu gemi, Farscape’in ana karakterlerinden biridir. Moya, ilerleyen süreç içinde Talyn adında bir erkek yavru da doğurur. Kaçışından bir kaç döngü önce gerçekleştirilmiş bir genetik değişiklik sonucu Talyn, Leviathan ırkının aksine tam teçhizatlı bir savaş gemisi olarak doğmuştur ve bu da onu bir hedef haline getirmiştir.


Moya, ışıktan hızlı gitmesini sağlayan Starburst yeteneğine sahiptir.
 

Bilimkurguda Hiperuzay ve Güç Kalkanları

Tarih: 12 Şubat 2016 | Yazar: İsmail Yamanol

Kaynak: Please Explain / Isaac Asimov


Pek çok bilimkurgu eserinde “Güç Kalkanı” ve “Hiperuzay” terimleriyle karşılaşıyoruz. Peki ama bunlar nedir ve gerçekliği var mıdır? Öncelikle bilinmeli ki her atom altı parçacık dört ayrı çeşit etkiden birine ya da birkaçına neden olur. Bunlar çekim etkisi (gravitasyonal etki) ve elektromanyetik etki ile zayıf nükleer ve güçlü nükleer etkilerdir. Her etki, kendini doğuran kaynaktan çevreye bir alan biçiminde yayılır ve kuramsal olarak tüm evreni kaplar. Çok sayıda parçacığın benzer alanlarının etkileri birbiri üzerine eklenebilir ve sonuçta korkunç derecede şiddetli alanlar ortaya çıkabilir. Bu nedenledir ki, bir çekim alanı (gravitasyonal alan), dördü içinde en zayıfı olduğu halde, örneğin Güneş’in çekim alanı, Güneş sayısız parçacıktan meydana geldiği için muazzamdır.

Böyle bir alan içinde bulunan iki parçacık, bu parçacıkların ve alanın niteliğine bağlı olarak ve aralarındaki mesafeyle değişen bir ivle ile, birbirlerine doğru ya da aksi yönde hareket ettirilebilirler. Burada söz konusu olan ivmeler genellikle, kuvvetlerin varlığıyla açıklanır, bu nedenledir ki kuvvet alanlarından söz edilir. Bu anlamda kuvvet alanları gerçekten vardır.

Güç Kalkanı

Bununla birlikte, bildiğimiz güç alanlarının kökeninde daima madde vardır ve maddenin yokluğunda böylesi alanlar varolmaz. Diğer yandan, bilimkurgu hikayelerinde etkili güç alanlarının yapısını madde olmaksızın düşünmenin belli bir yararı vardır. Böylece insan, parçacıklara ve ışınıma (radyasyona) karşı, adeta iki metre kalınlığında çelik bir zırhın ardına gizlenmişcesine kendisini korumaya yarayan bir boşluk dilimine sahip olabilir. Bu ortam her türden atom-içi kuvvete sahip bulunacaktır ama; bu kuvvetleri doğuracak hiçbir atoma sahip olmayacaktır. Böylesi maddeden bağımsız kuvvet alanları uygun bir bilimkurgu malzemesidir; ne var ki bu teknolojiyi şu anki bilimsel birikimimizle hayata geçirmemiz mümkün değil.



Hiperuzay da, ışık hızının koyduğu engeli aşmak için tasarlanmış, yine uygun bir bilimkurgu terimidir. Bunun ne işe yaradığını anlamak için, üzerinde birbirine 30 santim uzaklıkta iki nokta bulunan bir kağıt hayal edelim. Bir de saatte yalnızca 10 santim ilerleyebilen bir salyangoz bulunduğunu varsayalım. Bir noktadan kalkıp ötekine ulaşmanın bu salyangozun tam üç saatini alacağı bellidir. Şimdi de aslında iki boyutlu olan kağıdı, söz konusu iki noktayı birbirine yaklaştıracak şekilde üçüncü boyutta büktüğümüzü düşünelim. Eğer bu durumda, noktalar birbirlerinden yalnızca bir inçin onda biri kadar uzakta iseler ve salyangoz, kağıdın bu şekilde bükülmesi sonucu birbirine çok yaklaşan iki uç arasındaki mesafeyi bir yolunu bulup geçebilirse, o zaman bir noktadan diğerine çok ama çok hızlı bir şekilde gidebilir.

Hiperuzay

Şimdi bu benzetmeden hareket edelim: Eğer iki yıldız birbirlerinden 50 ışık yılı uzaktalarsa, maksimum hız olan ışık hızıyla yol alan bir geminin, bu yıldızladan birinden çıkıp diğerine varması 50 yılını alır. Elbette bu süre, bu yıldız sistemlerinden herhangi birinde bulunan bir insana göredir. Bu durum bilimkurgu yazarları için bin türlü sıkıntı yaratır. Bilimkurgucular bunu aşıp hikayelerinin gelişimini basitleştirebilmenin yolunu, esasında üç boyutlu olan uzayı, yine uzaysal olan bir dördüncü boyutta katlayıp, iki yıldızı dört boyutlu bir uzay aralığında birbirine yaklaştırmakta bulmuşlardır. Böylece gemi bu kurgusal aralığı geçer ve bir yıldızdan diğerine çok kısa bir zaman diliminde ulaşır.



Matematikçiler benzer üç boyutlu cisimlere kıyasla dört boyutlu cisimlerden söz etmeyi ve bu dört boyutlu cisimli adlandırırken, üç boyutlularına, Yunanca’da “yukarısında“, “üstünde” ya da “ötesinde” anlamlarına gelen “hiper” ön ekini eklemeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Dört boyutta da, yüzeyindeki her noktanın merkezine uzaklığı aynı olan bir cismin adı “hiperküre“dir. Benzer şekilde bir “hiperelipsoid“imiz olabilir. Bu anlamda, yıldızlar arasındaki dört boyutlu aralıktan da “hiperuzay” diye söz edebiliriz.

Ne yazık ki hiperuzay da, her ne kadar bilimkurgu yazarlarının çok işine gelse de matematiksel bir soyutlamanın ötesinde, gerçekliğine dair bilimsel bir kanıtlamadan yoksun durumdadır.

 

Işık Hızında Seyahat Gerçeğe mi Dönüşüyor?

Geleceğin itki sistemler-8 - Solucan Delikleri

Interstellar Travel - New plans to get humankind to the stars